Bulutlar şehrinde reisim şimdi

Yine bir pazartesi ve yeni bir hafta umut dolu. Hafta sonunun vermiş olduğu o tatminkârlık ve de dostça yaşam sevinciyle iç içe…

Saat daha 9:03:45 ama ben dersten iyice kopmuş durumdayım. Yine “mıy, mıy” birşeyler anlatıyor Prof. adam ya da kadın kimin umurunda. Bulutlarda gezmek varken bunları düşünmek ve de bir an önce bitirmek zorunda olduğun okula geri dönmek bir kurbağının prens olduktan sonra tekrar kurbağa olması gibi aynen. Hoca birşeyler anlatıyor ama dinleyen kim. Aklın gitmiş dünlere belki de yaşanacak yarınlara. Gözün dışarıda çimlere tünemişlerde. Altlı üstlü, kızlı erkekli gruplar, tekil ve bunalım takılanlar… Ama sonunda hepsi dışarıda ve de hür. Gerçi şu an sen de zihinsel olarak hürsün. Bir anlatan var her zamanki gibi ve de dinlemek zorunda olanlar. Herkes dinliyor gibi yapıyor ama içlerini kim bilebilir ki! Belki onlarda senin gibi nerden biliyon? Her neyse ben yine hafta sonundaki o muazzam anlara ve sana döneyim. O gülüşün tekrar beliriyor gözümün önünde ve de sensiz geçen anlarıma beddualar okuyorum ama sen şimdi koca İstanbul’dasın, benden tam 456 km. uzaklıkta…

Daha yeni kalktın veyahutta da hala masum masum, mışıl mışıl uyuyorsun. Belki de rüyanda ben varım. Ne kadar çok isterdim şimdi yanında olup senin o halini görmeyi. Bir öpücük olsaydım yanağında. Seni kendine getiren. Biraz ürperti ve biraz şaşkınlık içinde şöyle bir silkinir ve “sen miydin canım? Günaydın!” deyişini duymak sevinçlerin ve duyduğum sözcüklerin en güzeli.

Biri “Remzi!” mi dedi; bana mı öyle geldi.

“Remzi! Remzi! Are u with me?”

Bir silkiniş ve kolçaktakileri karıştırış…

“Yes sir!” hemen not alıyormuş gibi yapma vaziyeti.

“O.K. then.”

Uff! Yine ucuz sıyırdık bu işten, Allah’tan iyi bir imajımız var adamda da ordan

kazanıyoz.

Ulan! Not alıyoz güya ama zaten birşeyler karalanmış bu kağıda. Herif görse sıçtığımızın resmidir.

“Oh, be!” dedim kendi kendime ve bir gülümsemedir aldı beni. Çaktırmamak için sol elimle kapattım ağzımı ama kesin sesim duyuluyordur. Millette bunda bu aralar birşeyler var ama nedir deyip duruyordur.

Nasıl gülmeyeyim ya! Bunlar şükür gülücükleri. Seni tanımadan çok önceleri ben evet ben yazmışım bunları öyle çok sıkkın bir anımda herhalde. O zamanları düşünüp gülmemek elde mi? Hele bir de bu anlarımı düşününce arada dağlar kadar fark var. Beni hayata döndürdüğün için çok sağol be yabangülüm. Seninle anlam kazanmış hayatım bunu gayet iyi anlıyorum şunları okuyunca günlüğümde:

“Bu gibi anlarda kendini o kadar yalnız hissedersin ki. Yanında sadece. Evet ama sadece bir kadının olmasını arzularsın. Ona dokunmak. Konuşmaktan çok dokunmak. Tensel açlığını bastırmak için sarılmak. Şöyle şehvetli bir öpüşme saatler süren… seni tüm bu dünyadan uzaklaþşırıp bulutlar şehrine reis yapacak olan. Sadece biri olsun yanında elini tutacak, kulak memelerini ovuşturacağın diye düşünüp durursun. Bunlar aşırı gelirse birilerine o zaman sadece güzel masum yüzlü, mavi gözlü kumral biri olsun. Onu seyredip dur. Saatlerce, günlerce sadece onun muazzam yüzüne ve enfes gülüşüne bak iç geçirerek. O da yeter insana. Bunları düşünmek de. Ama genelde böyle hissettiğinde hiç kimse olmaz yanında ve de senin için gider. Yapabileceğin tek şey iç geçirmek yalnızlığına. Bir de kendini tuvalette tuhaf suçluluk duygularıyla kaplı olarak meni deryasında bulmak var. Zor zamanlarda hep sonun olan. Yalnızken…”

 

14.4.98/Salı (19:18:00)/ Ankara

İşte o an

          “Tüm gün yuvaya yiyecek bulabilmek için çalış; tam buldum deyip yüklendin geliyorsun. Yolda insan denen mahluğun küçükleri sopayla önünü kesip seninle akıllarınca dalga geçiyorlar. Olacak iş mi şimdi bunların yaptıkları? Bir o yana, bir bu yana koşturttular; yönünü şaşırtmak için. Birbirlerine hava atıyorlardı yaptıklarıyla övünerek.

            Bayağı uğraştılar, ama zavallı kırmızı işçi karınca hep doğru yönü buluyordu. Çok sinirlendiler bu küçük yaratığın sabrına ve kararlılığına. Biri dayanamayıp sopayla vücuduna vurup yaraladı onu. Sanki ona zarar verince herşey düzelecek. Böbürlenerek ayrıldılar oradan.”

            Zavallıcık kendini çok bitkin hissediyordu. Zar zor toparlayabildi kendini. Etrafı kolaçan edip ağzından düşürdüğü çekirdek kabuğunu tekrar yüklendi. Bu sefer, yük istiap haddinin aşıldığını işaret etti ama yuvaya boş dönemezdi bu sıcakta. Canhıraş yoluna devam etti her 150 karınca adımında bir molayla. Ne kadar devam etti bu, hiç mi hiç anlayamadı. Yükün altında iyice ezildi, ezildi… Yorgunluk tüm vücuduna ağır ağır yayılmıştı çoktan. Artık tüm gücünün bittiğini hissederek olduğu yere yığıldı. Gözlerindeki karaltı büyüdü, büyüdü, sanki onu içine hapsetti. Ne oluyor demeye kalmadan büyüyen karaltıyı muazzam bir koyu mavilik kapladı; gözden uzaklaşarak küçülen sonsuzlukta. Bu böyle devam etti: Siyahlığın içinde koyu mavilik…

            “Sefa! Sefa! Oğlum nerdesin ya?” diye bağıran Emre denizden koşarak çıktı. Kuma ayak basar basmaz kocaman bir “ohh!” çekerek.

            “Ne o lan! Yoksa kocaman bir karınca mı gördün kabuslarındaki gibi? Niye benzin solmuş, böyle?” Bunları bir kahkaha izledi.

            “Ne gülüyon ya! Ayıp ama. Vallahi ayıp senin şu yaptığın. Zaten içim yandı o karıncaya vurdum diye. Sen de gelmiş alay ediyon.”

            “Tamam. O zaman anlat bakalım; n’oldu da korktun böyle?”

            “Dur bir soluklanayım.” Biraz kum alıp avucuna sıktı sıkabildiği kadar ve yavaş yavaş bıraktı yere doğru. Bu yaptığına hayranlıkla, büyülenmiş gözlerle daldı, ruhunu okşarcasına.

            “Hadi be oğlum, anlat artık!”

            “Tamam. Tamam. Anlatıyorum.” Dedi derin bir nefes alarak. Biraz rahatladığı her halinden belli…

            “Ali ile yarışmaya karar verdik. Şu tekneden dalıp kıyıya kadar yarışacaktık. Hemen aceleyle daldık. En hızlı şekilde attım kulaçlarımı. Yolun yarısına geldim gelmedim, denizin içinde koyu bir mavilik sardı tüm etrafımı. Kendi yalnızlığımı, kendimi, gerçeği gördüm orada. Bu bir anlık görüntü tüm hayatımın mânâsı gibiydi: Acılarım, dertlerim, sevinçlerim, başarılarım… Kısacası yaşadığım her şey, yaşayacağım her şey. Orada BEN vardım. Evet, ben. Kendim.

            Gerçeği gördüm. Tüm bunların sebebini. O’nu gördüm. Çok korktum Sefa, çok. Hemen kafamı çıkardım sudan. Arkama baktım ama ne Ali vardı ne de başkası yanımda. Sonra koşarak çıktım sudan. Korkuyorum Sefa, tekrar o anı yaşamaktan korkuyorum.

… koyu mavilik…

… yu mavilik…

… mavilik…

… vilik…

… lik…

… …

Kırmızı işçi karınca bunları duyabildi mi acaba?

24.6.98 (16:15:12) / M. Ereğlisi Kumsalı

Mahalle arası futbol zevki…

13-14 yaşlarında siyahlar giyinmiş bir çocuk koşarak köşeyi döndü ve gözden kayboldu. Tam karşımda Cankurtaran Spor’un maç tahtası duruyor; çocukluğuma götüren bir an için beni. Buralarda hala var gençlik spor kulüpleri, mahalle takımları, o ruh…

Arkamdan az önce yanından geçerken Cemalim’i mırıldanan ses gürledi. Köşede duran iki gence: “Özcaan, Akın’ı çağır bana!”

“Akın, Akın!”

“Duydu mu?”

“Duydu, duydu!”

Akın koşarak geri döndü.

“Hadi, bu hafta oynuycaan.”

Arkadaki diğer çocuğa: “Koş, sen de koş, sen de oynuycaan.”

Yenisaraçhane çıkmazının huzurlu çocuğu da koşarak gitti, çocuğuyla okul bahçesinde top oynayan çocukları seyreden Cemalim’e.

Bunları yazdığım Erol Taş Kültür Merkezi’nde güzel bir çay içerken güle oynaya, hoplaya zıplaya yokuş aşağı geldiler, tam önümde diğer çocuklarla buluştular. Futbol topu havada uçuştu, düştü, yine havalandı. Hep beraber neşe içinde yine yokuşu koşarak çıktılar. Şimdi futbol oynuyorlardır okul bahçesinde, seviniyorlardır, paslaşıp yardımlaşıyorlardır, hırslarını boşaltıyorlardır, yeri gelince okkalı ama masum bir küfür. Hepsinin bir adı, lakabı vardır; kalede Rüştü… 08-3-2001 (12:31:31)

Çocuklaşmak Korkusu

Bunaltıcı sıcaklar. Beni bile terletiyor bu hava. Halbuki bugüne kadar hiç terlemezdim ben Ankara’da. Nereden geldi bu nem, terimin sebebi.

Yeni eve taşınma telaşına bir de işe girmek için yaptığım uğraşlar eklenince tüm hafta terler içinde geçti. Yorgunluğun had safhasında sürdü tüm yaşam, yatakta sereserpe biten. Ne birşey okuyabildim, ne de yazabildim. Tüm boşalma yolları tıkanmış, açılmayı bekliyor…

Hafta sonu gelse de doya doya dinlensem, boşalsam ve yine dolsam diye bekleyip durdum. Havuz sefası kendime getirebilirdi beni herhalde, ama şortumu bir türlü bulamadım yeni odamda. Eski evde kalmış olmalı.

Havuza giremeyeceğiz diye de okula gitmemezlik olmaz tabii ki. Üzerime çok rahat şeyler giydim, ayağıma da sandaletleri geçirdim. Doğru, okula.

7. caddenin ana girişindeki yunuslu havuzda beş çocuk havuza giriyor neşe içinde. Birbirlerini ıslatıyorlar; balıklama, çivileme dalıyorlar suya. Bazıları sadece donla giriyorlar; kendilerini ferahlatan, çocuklaştıran suya. Bunaltıcı havanın nimetinden onlar faydalanıyor. Zaten havuza gidemiyon bari buradakinden faydalan biraz çocuklaşarak. Korkuyor musun yoksa çocuklaşmaktan? Evet, korkuyorum. Her yetişkin çoğu zaman çocuk olma isteğini dile getirir durur ama bir türlü cesaret edemez buna. Gururu, sosyal statüsü bu maceraya, hayatının en büyük macerasına engel.

Onları o neşeli halleriyle dahi görmek insanı biraz rahatlatıyor, serinletiyor. İç geçirerek seyrediyor tüm araba kullananlar, biraz da gıpta ile. Çocuklaşmak korkusunu ve sevincini yaşıyorlar aynı anda. Akşama bilmem kaç kişi anlatacak tüm bu gördüklerini, heyecan içinde diskolarda, barlarda, evde yemek masasında, ya da yazacak boşaltmak için içini sararmış kağıtlara.

Ardıma baka baka, bir kez daha görebilmek umuduyla yürüdüm minibüs durağına.

ODTÜ’de buldum kendimi, amaçsız amaçsız gezerken; aradığım hiç kimse yok sohbet edecek. Evde oturmaktan tabii ki daha iyi bu, ama amaçsız dolaşmayı da hiç sevmem ki.

En sonunda bulabildim dostum Ahmet’i. Ankara’da kalan tek dostum artık o. Diğer hepsi çekip gitti buradan kurtulmanın verdiği hazla.

Oturup dertleştik, konuştuk, birlikte kitap okuduk, Dünya Kupası çeyrek final karşılaşmasını seyrettik. Arjantin’i tutuyorduk Hollanda karşısında. Çocuklar gibi seyrettik maçı; kâh oturup kâh ayağa kalkarak. Ve en sonunda çocuklar gibi üzüldük Arjantin için. İçimizden birşeyler koptu sanki.

Dışarı çıktığımızda hava iyice kararmıştı yağmur bulutlarından dolayı. Tüm Ankara grinin en koyu tonuyla kaplı, uzaklarda şimşekler çakıyor, sanki buraya hiç gelmeyecekmiş gibi.

Daha önce de böyle ani yağmurlara yakalandığım için hemen minibüse binip uzaklaştım oradan, kaçarcasına. Tüm Ankara’nın daha da ürkütücü bir halde olduğu gözüküyordu minibüsten, son sürat giderken. Yağmur damlaları bir bir düşmeye başladı camı yalayıp geçerek. Bir korku sardı beni, yine mi ıslanacaktım yoksa, ne yapsam taksi mi tutsam acaba…

“Müsait bir yerde inecek var!” adımımı TEK binasının önünde yere bastıran. Ağır ve aceleci bir toprak kokusu ilk dikkatimi çeken. İri iri yağmur damlaları Ebâbil kuşlarının attığı taşlar misali. Daha yirmi adım atmadan havuza girmiş gibi oldum doğrusu.

En iyisi daha önce cesaret edemediğim şu işi sonuna kadar yapayım dedim kendi kendime. Herkes bir dükkan ya da saçak altı bulmuş sığınmak için. Sadece ben dosdoğru yoluma devam ediyorum aceleci yağmur altında. Çocuklaşma korkusunu bu defalık yenerek.

Herkes tuhaf tuhaf bakıyor bana, bazıları gülüyor halime deli herhalde bu diyerek. Bilmiyorlar ki ben çocuk oldum şu yağmur altında.

Karşıdan karşıya geçmek gerek süpermarkete gidip alışveriş yapabilmek için. Caddeyi sular, seller götürüyor. Hiç çekinmeden sulara basa basa geçiyorsun karşıya. Tüm sular sandaletlere, ayaklarına, oradanda tüm benliğine ferahlık veriyor.

Süpermarketin kapısında da herkes birikmiş yağmurun dinmesini bekliyor. Daha çok beklerler. Ben içeri girince tüm gözler bana çevrildi hayretle. Bastığım her yer vıcık vıcık su içinde, her yerde benim ayak izlerim, dolanıp durdum. Fazla da uzun sürmedi alışveriş. Yine bendim dışarıda gezmeye cesaret eden. Herkes bir köşeye sinmiş, çocuk kralın geçişini seyrediyor sanki. İşte öyle haşmetliyim inan ki.

Yağmur bir hızlanıp bir yavaşlayarak beni eve kadar yolcu etti.

Eve girince halime güldüler; bunun benim için ne anlama geldiğini bilemeden. Öğüt bile verdiler: “Oğlum madem yanında çanta taşıyon, çantaya at bir yağmurluk bulunsun. Fazla ağırlık da yapmaz hani!”

Kombinin düğmesine basıp duşun altına girmek. Hayalin gerçek oluyor.

Sıcak suya değmesi yağmur suyuna batmış kendi vücudumun. Kuru yer kalmamış toplu iğne ucu kadar.

Bir ürperti, bir korku sanki tekrar çocuklaşamayacağım diye. Ağlamak gerek elinden elma şekeri alınmış çocuk gibi.

Boşalmak gerek.

05.07.98 (12:08:13)

SÖZ, TÜRKÜ VE ANLAYAN

Az önce yine sarsılarak uyandım o mahzûn uykudan. Yine sen vardın düşlerimin en olur olmaz yerlerinde karşıma çıkan. Yine sen… yine sen… Nedendir bilmem uzun zamandır yoktun taa şu meşhur türkümüzü bir garip hayat yolcusundan dinleyene dek. Belki o, belki de başka birşeyler yine bana seni anımsattı mı ? Bilmek çok zor, bilememek de öyle. Zaten hep zoru seçen olmadık mı? İşte, en güzel örneğini bu düşlerin acımasız sonuçları veriyor. 

Ahh! Keşke dinlemez olaydım o türküyü de, seni anmaz olaydım. Böyle demesi şimdi kolay tabii ki, bir de öncesini düşün bakalım; hayat nasıldı o günden önce, şu an nasıl? Bir farklılık muhakkak olmalı, belki de sen farkında değilsin. Kafamın içinde şu an öyle muazzam kimyasal alışverişler oluyor ki kimse idrak edememiş bugüne kadar. Bundan sonrası da biraz zor. Ehh dile kolay geliyor ama tam kırksekiz yıl, evet koskoca kırksekiz yıl olmuş seni bir daha görmeyeli. Tüm arzularımı yenmem ve seni asla görmemeyi kendime bir düstûr edinmem ömrümün çoğunu aldı benden. En önemlisi de çocuk sevgimin körelmesine sebep oldu; evimin sessizliği ile başbaşa kalmak ve hep aynı guguk sesi: Başlangıçta her saat başı duyulan şimdi ise ansızın çıkıp gelen. Bir çocuk ağlayışına, gülüşüne, oynayışına hasret kaldı o Bâbil’in Asma Bahçeleri. Nereden bilecekti kaderinin böyle olacağını şefkatle büyüttüğüm akasyalarım, sarmaşıklarım, kirazlarım, narlarımız… Zaten onlar da gözleri açık gittiler, hiç bir farklı ses tonu dahi duyamadan bahçede, hiç kimse gölgelenemeden. Sıra şimdi bende, benimle aynı kaderi paylaşanları asla yüz üstü bırakmadım bugüne kadar. Bu yüzden bir an önce arkalarından gitmek icap eder, ama hayat buna izin vermiyor.  Kimbilir belki sen de onlarla veya onlardan önce ayrıldın buralardan da haberimiz dahi yok. Ondandır belki toprağa daha yakın hissetmem kendimi havadan ziyade. Onlar mı, yoksa sen mi diye çok düşündüm bu uzun yıllar boyunca ama bir çıkış asla olmadı bana. Var mıydı veya olabilir miydi inan hiç bilemeyeceğiz.

Çorak bir alanda uyanmak, herkes seni terk etmiş durumda… Adama çok kötü kor, bunu ancak yaşayanlar bilir, ötesi yalan. Sen de bir an önce gitmek istiyorsun buralardan ama izin yok ki. İzin almak için çok yalvardın gece gündüz, uykusuz gecelerin sabahında horoz sesine hasret.

Yine o türkü dilinde, mırıldanmak ne kelime; bülbül sanki şakıyor, ama bir tek dinleyenin var o da hep yine sen. Başkası duysa belki güler, ama bu muazzam ses kimde var ki. Kanıksadın artık olayı, istemesen de söyleyeceksin, söyletileceksin. Sen gittin tam kırksekiz koca yıl oldu, dilimde bu türkü, kalbimde bu türkü, benliğim bu türkü, her şeyim bu türkü. Beni sana ulaştıracak olan da o muhakkak. Olmalı çünkü başka bir şeyim yok artık bu dünyada. Olmalı çünkü başka hünerim kalmadı bunu şakımaktan başka. Olmalı çünkü çünküsü yok bunun.

Dilimde bu, kalbimde sen, aklımda hep o ağaçlar. İnsan bir düşünüyor acaba hangisini dinlemeli: dilini mi, kalbini mi, aklını mı. Yoksa hepsinden de öte, artık ölüme susamış ruhunu mu??? Dilimde bu türkü, kalbimde sen, aklımda onlar, ruhumla el ele. Artık zamanı geldi buralardan gitmenin. İzin ver hayat, izin ver bana. Artık ne olur izin ver de bitsin bu çile, hepsinin isteği yerine gelsin; hiçbiri kırılmasın, gocunmasın. Hep birden kucaklayayım hepsini. Hepsi aynı tabakta katık olsunlar bir yetime, bir garibe; elma şekeri olsunlar bir çocuğa…

Kim derdi bugün o izin çıkacak öyle sarsılarak uyanınca. Kim derdi bugün herşey bir sonuca varacak; bugün hayat mânâsına kavuşacak. Bugün hepsi nasibini ve hakkını alacak. Önce kalbim durdu, sonra beynim ve en sonunda da ruhum koptu gitti bu bedenden. Ama, söz hep kaldı dilimin ucunda, hep yankılandı bu çorak alanda, tekrar yaşam geldi, tekrar eski günler…

Söz hep vardı bir yerlerde gizli, mühim olan o cevheri bulup çıkarmak ve de hakkını vermekmiş. Ama anlayan kim, anlaması gereken kim?

DOST DOST DİYE NİCESİNE SARILDIM

BENİM SADIK YARİM KARA TOPRAKTIR

BEYHUDE DOLANDIM BOŞA YORULDUM

BENİM SADIK YARİM KARA TOPRAKTIR

NİCE GÜZELLERE BAĞLANDIM KALDIM

NE BİR VEFA GÖRDÜM NE FAYDA BULDUM

HER TÜRLÜ İSTEĞİM TOPRAKTAN ALDIM

BENİM SADIK YARİM KARA TOPRAKTIR

KOYUN VERDİ KUZU VERDİ SÜT VERDİ

YEMEK VERDİ EKMEK VERDİ ET VERDİ

KAZMA İLE DÖVMEYİNCE KIT VERDİ

BENİM SADIK YARİM KARA TOPRAKTIR.

Âşık Veysel’in Anısına

 

4.12.1997 (23:58) ANKARA