Erguvanlar üzerine kağıtlara dökülen düzyazı metinleri ve güzel sözler…
“Kültürümüzde gülden sonra adına bayram yapılacak ikinci çiçek erguvandır”
(Ahmet Hamdi Tanpınar)
**
“Erguvan şenliği, baharın bütün güzelliğiyle kendini gösterdiği erguvanların rengârenk açtığı günlerde Emir Sultan halife ve müridlerinin, Osmanlı ülkesinin dörtbir yanından kalabalıklar hâlinde Bursa’da Emir Sultan dergâhına gelerek, bir hafta boyunca zikr u tevhid icra etmeleri, diğer tekke ve dergâhları ziyaret ederek sohbete katılmalarıdır. Bir hafta süren bu fasıl çeşitli toplantılar, davetler, şehir gezileri ve benzeri cemiyetlerle şenlenir; bu durum, şehirde bolluk, bereket ve meserret olarak algılanırdı.”
(Ahmet Hamdi Tanpınar)
**
“Her sene yalıya dönünce baharın genç tenli, uzun boylu, mavimtrak günlerine kavuşurduk. Hayat sanki yeniden doğar, ağaçlar yeşillenir, beyaz ve pembe çiçekleri ve erguvanlar da lalden alevlerini açarken. Çiçek kokularıyla dolgunlaşan hava gönlümüzü bir saadetle kaplar. Herşey kolaylaşmaya, revanlaşmaya başlar… Boğaziçi’nin kendine mahsus tatlı bir sessizliği ve onunla içiçe geçen, bütün günler ve geceler boyunca devam eden ve değişen kendine mahsus sesleri vardır…”
(Abdülhak Şinasi Hisar)
**
“Biz, İstanbul ve Boğaz’ı ihmal edenlerin, tabiatın Boğaziçi’ni pembeleştiren erguvanlarından haberi yoktur.”
“Neden İstanbul’da mayısa erguvan demezler, neden Boğaziçi’ne ‘Erguvan Boğazı’ demezler?”
“Erguvanı Boğaz’da görmeli, karadan geçip gitmek hem Boğaz’a hem de erguvana hakarettir.”
“Erguvan yerlerinde gidip görülse, meselâ Boğaziçi vapurlarının ters istikamete giden boş zamanlarında her iki sahili görecek bir yerine oturup temaşaya dalınsa, şu ilhâmları insanoğluna verebilir mi dersiniz? Verir, hem fazlasıyla.”
“Erguvana şiir söyleme, anlatamazsın. Kendisi şiir. Gör ve duy, kâfi.”
(A. Süheyl Ünver, Erguvan ve Boğaziçi, 1966)
**
“Ergavân, kırmızı renkte bir çiçek. Rengi dolayısıyla şarap ve dudak ile birlikte anılır.”
(İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, 1989)
**
“Marmara’da, Boğaz’ın sularında gün batımlarının ayak izleri hala erguvandır. Şeker pembeliklerinden portakal kızıllıklarına alacalanan renk cümbüşü… Bir zamanlar bu kıyıların yoğun yeşilliklerine, uzaklarda kat kat açılan sabahın mavi sisine vurup durmuş mor alacası da erguvan şenliğiyle tanımlanır…”
(Adalet Ağaoğlu, Erguvan Fısıltıları, 1996)
**
‘Eski İstanbullular, özellikle Boğaziçi sakinleri cemrelere, nevruza dikkat etseler de asıl baharın geldiğine erguvanların çiçek açmasıyla kani olurlardı. Dev gibi çamların, çınarların, kestanelerin arasında kaybolmuşken nisan sonlarına doğru birdenbire çıldıran çiçekleriyle baharın saltanatını onlar tek başına yürütür. 1940’larda, adı çoktan değişmiş de olsa halâ Şirket-i Hayriye denilen vapurların gedikli yolcuları, kaptanın sanki her seferinde Boğaz’ın gizli bir köşesini göstermek ister gibi usta manevralarıyla, hiç beklemedikleri küçük bir dönüşünde tepelerde, yamaçlarda, kıyılarda, köşklerin, yalıların bahçelerinde açık mor mu, eflâtun mu, pembe mi, hayır hiçbiri değil, o kendi ismini taşıyan rengiyle erguvanlarla karşılaşırlardı. O zaman, hilkatin ustalar ustası ressamının fırça darbeleriyle bütün Boğaz, göğü ve deniziyle erguvan olurdu.”
“Ufku bir fırçada has bahçeye döndürdü bahar
Erguvan göklerin altında sular leylâkî…”
(Orhan Okay, Boğaziçi Hâlâ Güzel, 2002)
**
“Aşağı yukarı pembedir erguvan. Hafifçe, gizlice mavimsi. Ama öyle her hangi bir mavi de değil; çivit mavisi vardır ya bildiğimiz, işte o maviye çalar gizlice. Erguvan, o muhteşem renk, çokça şarap kırmızısı, pek az çivit mavi ve bolca beyaz ile ulaşabileceğiniz fevkalade zengin bir renktir. Burada renklerin ton farklılıklarına girmek olanaksız, ama yine de şu kadarını söylememe izin verin; beyaz kadar açık değil, siyah kadar asla değil, orta-açık tondaki bir gri kadar açılmış, ışıklı bir renktir erguvan. Buna karşın, ana renkler arasında adı geçmediği gibi, nedense biz renk kullanıcıları da ona erguvan demeyi ihmal ederiz. Sözlüklerde böyle bir renk için; mavimsi pembe gibi tanımlar yer alır… Neden? Zira boyalardaki bu renk, bu muhteşem çiçekten değil ama Lübnan kıyılarına vuran bir deniz kabuklusundan elde edilmiştir.”
(Mehmet Yaşin, “Ünay Kızıltan”ın erguvan rengini anlatan cevabı, 2004)
**
Yalnızca erguvanlar kaldı
Çocukluğumun Ankara’sından hatırladığım iki tuhaf şey var. Birisi sokağımızdaki büyük erguvan ağacı, öteki de leylak ağaçları. Ne erguvan çiçeklerinin rengi ne de leylakların kokusu uyuşurdu o zamanlar Doğu Bloku başkentlerine benzeyen Ankara’nın ağır havasıyla. Ama erguvan çiçekleri bu uyuşmazlığa aldırmadan, kısacık bir süre için bile olsa, o ağır havalı kente, inanılmaz bir güzellik katmayı sürdürürlerdi inatla.
Sokaktaki büyük erguvan ağacı bütün bir yıl öyle sakin, sessiz durur, sonra birden aykırı renklerini sergileyen çiçeklerini açıverirdi baharda. Ciddi bir ortamda ayıp bir şey söylemiş bir çocuğa benzerdi o haliyle. Hangi gün çiçek açacağına iddiaya girerdik. Bazen iddiayı kimin kazandığını bile anlayamadan kaybolur giderdi çiçekleri. Leylaklar da erguvan çiçekleriyle aynı anda açardı. Yanlarından geçerken insanın genzini yakacak kadar yoğun kokarlar ve sanki erguvan ağacının kokmayan çiçeklerinin kusurunu örterek onun başkaldırısına eşlik ederlerdi.
Ankara’nın Doğu Bloku ülkelerinin başkentlerine benzediğini bilmezdim o zamanlar. Çünkü Doğu Bloku başkentlerini bilenimiz olmadığı gibi, o zaman oralarda egemen olan sistemin koyduğu yasaklar nedeniyle doğru dürüst resimlerini bile görmüşlüğümüz yoktu. Çocukluğumdaki Ankara’nın Doğu Bloku başkentlerine benzediğini anladığım sıralarda Ankara çoktan Ortadoğu ülkelerinin başkentlerine benzemeye başlamıştı.
Şu sıralar çiçek açtıkları için nerede bir erguvan ağacı görsem basıyorum frene ve duruyorum. Arkamdan korna çalanlara hiç aldırmadan İstanbul’un her geçen gün çirkinleşen çevresine meydan okurcasına aralardan bir yerlerden fırlayıp çiçek açmış olmalarına şaşkınlıkla bakakalıyorum. Nerede bir erguvan ağacı görsem bir başkaldırı eylemi geliyor aklıma. Sanki kentin o giderek yok olan çeşitliliğini sürdürmeye çabalayan gizli bir örgütün üyeleri gibi aynı anda bir yerlerde çiçek açıyorlar. Ankara’dayken de öyle düşünürdüm. Bir yerlerden erguvanlar açar, kentin gri tonlarını renklendirir, adeta tekdüzeliğe meydan okur, çiçeklerinin olağanüstü rengini bir başkaldırı destanı gibi gözlerimizin içine sokardı.
İstanbul’da çok sık görmeye başladım erguvan ağaçlarını. İstanbul’un meydanlarına yapılan o ucube demirden ağaçları içlerine sindirememiş olsalar gerek ki protestoyu güçlendirmek için giderek çoğalıyorlar sanki. Kısacık süreli bir protesto bu. Hepsi hepsi on beş, yirmi gün. Sonra kaybolup gidecekler. Yani bütün o başkaldırı yalnızca on beş yirmi gün sürecek. Sonra yine o kimin, niçin yaptırdığı anlaşılamayan çirkin, demirden ağaçlarla kalacağız orta yerde.
Her gördüğünüz yerde durup bakın erguvanlara. Çünkü yalnızca onlar kaldı çirkinleşen, tekdüzeleşen çevreye başkaldırıyı inatla sürdüren.
(Mahfi Eğilmez, 2004)
**
“Bahara, Boğaz’a ve dolayısıyla İstanbul’a en yakışan şey Erguvan.”
(Tuğba Tarakcı, 2008)
**
“Çınar ağaçları Devleti, Erguvan ise Halkı temsil eder”
(Ayşe Yandayan, 2009)
**
“Erguvanlar açtığında İstanbul bir başka işvelidir. Başka sevilir. İstanbul yârin rengidir, yâr İstanbulludur; gönlümüze nirengidir. Ol dilrüba İstanbul’da daha çok sevilir.
İstanbul biraz da Bâki’dir, hoş sadası duyulan. Sümbülzâde Vehbi’dir muzırca, Şeyh Galip’dir edeplice. Daha ziyade Nedim’dir çapkınca. Acem mülkü nedir ki, bir sengine canlar feda edilir. İstanbul, erguvanlar açtığında karşılıksız sevilir…”
(İbrahim Kilik, 2010)