Kasabadan ODTÜ’ye 90’lar

90’lı yılları da 80’lerdeki gibi ikiye ayırdım yine. Aslında tek cümleyle özetlemek gerekirse 90’ların ilk yarısında liseli kız halimle kasabayı arkamda bırakmanın hayalini kurarak, ikinci yarısında da hayalimdeki üniversite öğrenciliğimi yaşayarak ve beni ben yapan bazı özelliklerimi edinerek geçirdim diyebilirim.

İlk yarı

Doğu Almanya ile Federal Almanya’nın birleşmesinin gölgesinde, yakışıklı Jess Dayı gibi bir sevgilim olsun hayalleriyle Full House  “sitcom”unu hiç kaçırmadan izlemenin yanında Tolga Savacı ve Aydan Şener’li Samanyolu dizisinin hayranı olarak 90’lara başlamış oldum. Kendime ait bir odam yoktu ama mutfak ders çalışmam için akşam yemeğinden sonra bana tahsisliydi hep. Mutfakta ders çalışıp ders aralarında da Dr Alban’ın “It’s My Life”, Haddaway’in  “What is Love” gibi şarkıları dinlerdim. Ne anlattığını bilmeden yabancı müzik dinlediğim yıllarda İngilizce öğreneceğim bir bölümde okuyarak şu şarkıların ne anlattığını idrak edeceğim günleri iple çekerdim.

(Full House dizisinden bir bölüm)

Almanya’dan göç etmiş bir ailenin mensubu olarak, televizyonda Berlin Duvarı’nın yıkılışını izlerken çok heyecanlanmıştım. Henüz bu iki ülkenin birleşmesinin önemini kavrayamamış olsam da sonradan çok duyduğum“Doğu Bloku yıkıldı!” cümlesine şahit oluşumu net hatırlıyorum.

Bu dönemin fon müziği benim açımdan Aşkın Nur Yengi’nin “Sevgiliye” albümüydü.

(Fotoğraf: http://urun.gittigidiyor.com/)

90’ların ilk yarısı çocukluktan ergenliğe geçişime şahit oldu. 80’lerdeki sokak oyunları yerini okuldan eve yürüyüşlerde arkadaşlarla şakıyarak konuşmalara, ev önü kıkırdamalarına, birbirinin evinde vakit geçirmelere bıraktı. Kız arkadaşlarıma gidip pasta börek pişirip çay eşliğinde afiyetle yerdik. Bir de  artık uzun uzun telefon konuşmaları sonucu annemlerin “daha şimdi okuldan geldin, ne konuşuyorsunuz bu kadar” serzenişleri yankılanırdı. Saatlerce telefonda ne mi konuşurduk? Tabii ki erkekleri ve dizilerdeki yakışıklı erkekleri ve yine erkekleri J. Bu dönemin fon müziği benim açımdan Aşkın Nur Yengi’nin “Sevgiliye” albümüydü.

90’ların özellikle ilk yarısında ard arda açılan özel televizyon kanallarıyla başım dönmüştü. Çatılara yerleştirilen çanak antenlerle TRT’nin sınırlı sunumundan seçenekler yelpazesine kavuştuk. İlk InterStar yayına başladı sonra adı Star TV olarak değişti. Onu Teleon takip etti, derken Show TV kırmızı noktalı yayınıyla hayatımıza girdi.  ATV’yi de unutmamak lazım tabii.

(Kolaj Yıldıray Lise – Fotoğraflar internetten alınmıştır)

TRT’nin ciddi haber sunucularına alternatif olarak hayatımıza Jülide Ateş, Gülgün Feyman ve en sonunda da Reha Muhtar girdi. 90’lı yılların Ana Haber Bültenlerinin uzun yıllar eksilmeyen ve eskiyemeyen esas yüzleri aslında Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz ve Ecevit’ti.

Özel kanalların en önemli olayından bahsetmeden olmaz. 1. Körfez Savaşını CNN Kanalına bağlanarak canlı canlı bize izlettirmelerini eminim herkes hatırlıyordur. Amerikanın Kuveyt’in işgaline savaşlı cevabını Holywood filmi gibi canlı canlı izlemenin korkunçluğuna 90’ların ortasında artan güneydoğuda kaybedilen canların gelen ve gelmeyen haberleriyle ölüm hergün evimizde ve soframızdaydı.

 (Fotoğraf internetten alınmıştır)

İkinci yarı

Liseli kızlarda Levi’s kotu olanlar ve olmayanlar ayrımıyla başlayan kıyafet modasının yanında,  yukarıda saydığım önemli olayların sebeplerini ve neden önemli olduklarını ergen halimle anlayamıyordum bir türlü.  Sorduğum sorulara da kimseden tatminkar cevaplar gelmiyordu. Kasabada yaşadığım güzel arkadaşlıkların yanı sıra bana kısıtlı gelen yaşam tarzından kurtulmanın  ve sorduğum sorulara tatminkar cevaplar almanın tek yolu iyi bir üniversitede ama illaki büyükşehirlerden birinde okumaktı. Bu yüzden lise öğrenciliğim ineklemekle ve pop patlamasının etkisinde geçti diyelim.

Sezen Aksu, Ajda Pekkan, Kayahan ve Barış Manço dışında yeni nesil popçuların temkinli adımlarla özel televizyon ve radyolarda yer bulması 90’ları simgeleyen en önemli olaylardan biri benim için. Hakan Peker’in “Hey Corc Versene Borç” şarkısı, Yonca Evcimik’in “Aboneyim Abone”si gibi Anne Babaların “böyle şarkı mı olur” tepkilerine karşılık arkadaşlımızla inatla dinleyip dans ederdik. İzel-Çelik-Ercan Üçlüsünün “Allahım Bitmesin Bitmesin Bu Rüya” şarkısını Dershane servisinde çokça dinlediğimizi hatırlıyorum. Üniversite sınavına hazırlanırken fon müziklerim Ace of Base’in “All That She Wants”, “The Sign” ve “Happy Nation” şarkılarıydı.

Sınav sonucunu beklerken tüm yaz bisikletle İzmir Güzelbahçe’de turladığımı, o yaza damgasını vuran Gökhan Kırdar’ın “Yerine Sevemem” ve “Fayton” şarkılarını radyoda nasıl beklediğimi hatırlıyorum.  İnzivaya çekilmiş gibiydim. Sonra ODTÜ Sosyoloji’yi kazandığımı duyduğumda inanamamıştım. Tarkan’ın “Acayipsin” albümünü ezbere söylerken hayal ettiğim üniversite hayatını Ankara’da yaşamaya gidiyordum. Nihayet büyümüştüm! 🙂

ODTÜ’nün öğrencilerini şekillendirmesi sürecinden kendimce nasibimi aldım diyelim. 90’ların ilk yarısında ergenliğimde farkına varmaya başladığım toplumsal olaylarla ilgili çok sevdiğim bölümümde okurken tek tek cevaplar alıyordum. O yılların en ünlü tartışma programı olan Ali Kırca’lı Siyaset Meydanı’nı her gün, her derste amfi sıralarında yaşamak kendimi çok ayrıcalıklı hissettiriyordu. Sosyoloji bölümünde olmaktan aldığım hazla birlikte, İngilizcenin beni zorlaması ve parasızlık dışında hayal ettiğim kampüs ortamına çok yakın bir üniversite hayatı ve bilinçlenme yaşadım.

Bir ömür boyu sürecek dostlukların filizleri de hep bu yıllarda atıldı.

Yurt yaşamında çeşitli insanlarla tanışmak bana çok şey kattı. Hiç tasvip etmediğim sevmediğim insanlara da maruz kaldım. Bir ömür boyu sürecek dostlukların filizleri de hep bu yıllarda atıldı. Pop dışında müziklerin de olduğunu, ana akımda bana sunulanın dışında herkesin bilmediği, dinlemediği müzik türleriyle tanıştım. En sevdiklerim arasında mesela Asia Minor’ün “Sokak Boyunca” albümü, Düş Sokağı Sakinleri’nin aynı adlı ilk albümü hep bu yıllarda hayatıma girdi. Yurt Kantininde Kral TV’yi burnumu bükerek izlediğimi ama Şebnem Ferah’ın “Deli Kızım Uyan” şarkısında da mest olduğumu söylemeliyim. Kişiliğimde en büyük etkiyi bırakan ve hala başucu kitaplarım olan Oruç Aruoba okumalarım da ODTÜ’lü yılların bana bir armağanı.

(Fotoğraf internetten alınmıştır)

Platonik aşkları geride bırakarak ODTÜ’nün özel kampüsünde ateşlenen güzel bir aşkı yaşayarak, 99 yılında mezun olmanın burukluğu ve hayata gerçekten atılmanın sancısıyla bol krizli 2000’li yıllara girmiş oldum.

9 Mart 2012

Gonca Fide

Gonca Fide’nin Blogu: http://www.gonceleme.blogspot.com/

Nilüfer’in 90’ları

Benim için 90’ların başı, siyah önlüğü terk etmek demek. Çünkü 80’lerin başlarında doğanlar bilir, maviden önce siyahtı okul önlüklerimiz. İlkokulun bitişi, pek de çalışmadığım ve neden girdiğimi dahi bilmediğim Anadolu Liseleri Seçme Sınavı…

Yine Ankara, hep Ankara benim için.

Yine Ankara, hep Ankara benim için. Sıhhıye’deki ilkokulumdan sonra yine Sıhhıye’deki tarihi Taş Mektep-Atatürk Lisesi’ne geçişim… Yeni bir dille tanışmak, uydurarak söylediğin çoğu şarkının aslında İngilizce olduğunu fark etmek, sözlerini alıp şarkıyla beraber söylemeye çalışmak… Hayatımda çok önemli yeri olduğunu düşündüğüm o okulda üzerimde -bedenime uygun olsa da- hep büyük duran, büyük gözüken o lacivert ceket… Güzel dostluklar, arkadaşlıklar, adı hiç unutulmayacak değerli öğretmenler, müdür muavinleri… O lisedeki son günlerim, koşturmacalarla okuldan dershaneye gidişler, testler, sınavlar…

(Ankara Atatürk Lisesi)

O zamanlar Ankara’da çocuk olmak, çocukluğunu yaşayamadan bu kente, kentin insanına adapte olmaya çalışmaktı bence. Evlerimiz –ki 10 ayrı evde oturduk 25 yaşıma kadar- hep okuluma uzaktı, hep erkenden kalkılır yollara düşülürdü. Otobüs sırası, İstiklal Marşı törenine yetişememe korkusu, sabahları tıkanıp kalan şimdi Ankamall’in bulunduğu, o zaman Et-Balık Kavşağı olarak adlandırılan yolda geçen stresli dakikalar…

“… kimliğim ve kişiliğimin oluşumuna hatta eşimi seçmeme sebep olan bir nokta var… “izcilik””

Sıkıcı Ankara’da, annemin deyişiyle “problemli apartman çocukları” idik biz (kardeşim ve ben). Ama tam da o yıllarda benim bugün sahip olduğum meslek (eczacı – farmakognost), ama daha önemlisi kimliğim ve kişiliğimin oluşumuna hatta eşimi seçmeme sebep olan bir nokta var. Belki garip gelecek ama o nokta “izcilik”. İlkokulun 4. sınıfında babamın yıllar önce amcamla izcilik yaptığını öğrenmem, tam da seksenlerin sonu-doksanların başında okuldaki izcilik faaliyetlerine katılmam. İlk gittiğim kamp Çamkoru’daki o zaman bize İsmet İnönü’nün köşkü dedikleri tesisteydi. Sonra Çeşme, Gökova, Buca, defalarca Çamkoru, Bolu ve belki adını unuttuğum illerde ünite, mahalli (Ankara izcileri) ve milli (tüm Türkiye izcileri) kamplara katıldım. Bunda ne var ki diyebilirsiniz tabii. Ama 10 yaşlarında diğer izcilere yemek yapmak, o yemeği servis etmek, bulaşığını yıkamak, gece yarısı elinde bir fenerle soğukta nöbet tutmak, ateş yakmak… Ne eziyet bir çocuk için değil mi?

(Ankara Çamkoru İzcilik Tesisi – ilk izci kampımdan bir fotoğraf)

 

“…doğaya âşık oldum…”

Hayır kesinlikle değil, ben orada arkadaşlığı, paylaşmayı, insanları dinlemeyi öğrendim. Doğayı gördüm (böcekler, akrepler, çiçekler, mantarlar, ağaçlar, tilkiler, geyikler, kuşlar) ve çok sevdim, yalnızlığı, sessizliği, ışıksız gökyüzünü, insansız ormanı o yaşta yanımda annem-babam yokken tanıdım. Belki de bu sebeple doğaya âşık oldum, ve o yaşlarda eğer bir gün evlenirsem o kişinin benim gibi doğayı seven, ona âşık olan ve doğada benim gibi büyülenen, kendini oraya ait hisseden bir erkek olması gerektiğini düşündüm… İşte sıkıcı başkentte çocukluk – ilk gençlik yıllarımın çoğu tam da bu sebeplerle kamp anıları ve hayalleri ile doludur.

 

(Hayvanları hala küçüklüğündeki gibi -Elmyra gibi- seviyorum)

 

“Ankara dışında 90’larımın en büyük eğlencesi… Mihallıççık’a bağlı Yukarı Dudaş köyü”

 

Ankara dışında 90’larımın en büyük eğlencesi ise o zaman Ankara’yı terk edip dedelerinin köyüne dönmeyi seçen anneannem ve dedemin Eskişehir’in bir köyündeki evleriydi (Mihallıççık’a bağlı Yukarı Dudaş). Anneannem sağlık eğitimi aldığından ve köyde sağlık ocağı bulunmadığından ilk yardım ve iğne yapmak, tansiyon ölçmek gibi şeyler yapardı; dedem ise köydeki en okumuş adamdı belki, bakkal işletirdi. O bakkaldan bize verdiği lokumlar, tereyağlı kurabiyeler, gazozlar sevilmez mi J Asıl güzel olan ise evlerinin hem kümesi, hem ahırı, hem de ağılı olmasıydı. 90’ların yazlarında tavuklara, hindilere, kazlara yem vermek, köpek için yal hazırlamak, ineklere su ve yonca vermek, koyun ve keçi sağmak, çayırlarda özgürce koşmak, meyveyi dalından, yumurtayı tazecikken yemek en büyük kazançlarım oldu. Bu sebeple de eğer bir gün çocuğum olursa onun da bu zevkli ve öğretici şeyleri yapmasını, köy hayatını yaşamasını çok istiyorum. Aslında tezek kokusunun mide bulandırmadığı, hayvanlardan korkmanın ne saçma olduğu ama daha önemlisi köy halkının ne kadar yardımsever, candan olduğunu öğrendim orada. Harman yeri ne demek gördüm, at arabasına bindim, elime yaba aldım, tırmık da, çapa da… Ve Eskişehir’le bağlantım olmasa da hep bir yanım Eskişehirli oldu…

 

“90’lar… benim hayatımda Atatürk Lisesi, izcilik ve köy hayatını derinden yaşamak oldu.”

90’lar belki birçok şehir çocuğu için atari oynamak, “walkman”de Yonca Evcimik, Burak Kut, Serdar Ortaç veya New Kids On The Block, Ace of Bace, Metallica, hatta Dream Theater dinlemek olabilir. Ama benim hayatımda Atatürk Lisesi, izcilik ve köy hayatını derinden yaşamak oldu. Sonrası üniversiteye başlamak, yeni bir kapının açılması ve hiç gelmeyecek sanılan 2000’lere giriş…

Yonca Evcimik’ten “Tükendi Sevgiler”: 90’larda şarkılara klipler çekilmeye başlamıştı, dans ekibi olan nadir şarkıcılardan biriydi Yonca Evcimik.

6 Mart 2012

Nilüfer Orhan

Nilüfer’in blog adresi (farmakognozi): www.kognozi.blogspot.com

Su çiçeği adamı erkek yapar: Benim 90’larım.

Yaşım itibariyle 80’lerden pek bir şey anlamamıştım. Ama 90’lı yıllar gerek ergenlik yıllarımı gerekse üniversite yıllarımı kapsaması nedeniyle sanırım hayatımın en güzel 10’luk seti olarak kalacak.

Önce ergenlik.

Orta okul son sınıfa kadar tombiş, öne eğik yürüyen, yürürken kocaman adımlar atan, saçları yana taranmış kısacası berbat bir şeydim. Bir yandan dayım bana erkek gibi davranmanın sırlarını vermeye çalışırken teyzem de beni kızlar konusunda motive etmeye çalışıyordu. Ama öyle sözle olacak şey değildi. Bir şeylerin aniden değişmesi gerekliydi.

Orta sonda bizim sınıfta Kartal isimli bir abimiz vardı. Abi diyorum bizden 3-4 yaş büyüktü. Dünya tatlısı çılgın bir abi. İlk dönemin son günlerinde Kartal “pist, hoşlandığın kız mı yok mu bakiiiim” dedi. Ben de hatayla karışık yan sınıftaki kızı gösterdim. Adam bir anda kızın yanına gitti, konuştu, kızın yanaklar kızardı ve bana bakmaya başladı. Sonraki teneffüs beni sürükleyerek onun yanına götürdü.

Allahtan  dönemin son günüydü de “iki hafta sonra görüşürüz” diyerek kaçtım. Karneleri aldığımız günün ertesi sabahı yanaklarımda sivilcelerle uyandım. Yok yok, ergenlik değil, su çiçeği. İki hafta boyunca yattım. Sonra bir kalktım ki ne göreyim:

–         Zayıflamışım

–         Boyum uzamış

–         Surat satenlikten çıkmış, façalı maçalı, bol delikli bir şey olmuş.

Sonra teyzem geldi, başlarım saçlarına dedi ve hayatımın en önemli darbesini yaparak saçlarımı arkaya doğru taradı. Okula bir gittim ki kimse beni tanımaz. Karizma o biçim. İşte 90’lar böyle ciddi bir dönüşümle başladı. Su çiçeği ve erkekliğe ilk adım.

(Fotoğraf: Bahtiyar Kurt arşivi – ODTÜ Kuş Gözlem Topluluğu üyeleri)

Lise yılları bol bol flört, ilk kız arkadaşlar, platonik aşklarla geçti gitti. Yaz aylarında dayımın Beyazıt – Çarşıkapı’daki toptan terlik dükkanında dışarıdaki hayata dair stajlarımı yaptım. Enayi bebek tiplemesinden biraz olsun feleğin çemberine adımlarımı attım.

Ve hayatımın en güzel yılları 94 yılında çıka geldi. Teyzemin komşusu Nihal Abla (Boğaziçilidir kendisi) bana “Sen ODTÜ’ye gitmelisin” dedi. O dönemler hayatımdaki en etkileyici insan (hatun) olduğundan bu sözleri bir emir olarak aldım ve ODTÜ’yü kazandım.

Ben ODTÜ’de Bahtiyar oldum.

Anasının yanından bir kere ayrılmamış bir tip olarak ODTÜ ve Ankara’daki “aileden yalnız” hayatıma başladım. Ben ODTÜ’de Bahtiyar oldum. Hayatı sorgulamam, kendimi hırpalamam, ilk aşık olmam ve neler neler ODTÜ’de oldu. 

Evet, Ankara’ya çıka geldim. Bana bir adres verdiler, bir akrabamızın akrabasının orada büfesi varmış. Bana kalacak bir yer bulacakmış, ben de yurt çıkana kadar (ki kaç ayda çıkar bir fikrim yoktu) orada kalacaktım. Adres şöyle: Rüzgarlı Sokak, Ulus. Bulması zor olmadı. Adam bana baktı, benim saçlar küt şeklinde uzun. “Sen ne biçim Rizelisin lan!” dedi. Büfenin üzerindeki otelde kaldım. Gece karşıdaki tavernadan gelen seslerden uyuyamadım. Otelde sürekli kadın erkek bağrışmaları vb. Sabah olmadı bir türlü. Birileri odama dalacak diye ödüm patladı.

(Fotoğraf: Bahtiyar Kurt arşivi – Kuşçuluk hareketinin önemli gezilerinden biri olan Seyfe Gölü kuş gözlem gezisi yolculuğu)

Sabah oldu, sora sora ODTÜ’yü buldum. Yurtlar müdürlüğüne gittim. Puanımı öğrendim. İçerde kısa bir mülakat: “Nerede kalıyorsun canım” dedi kadın olan memur. Rüzgarlıda bir otelde. İki memur birbirine bakıp güldü. “Sen şimdi bir koşu git çantalarını al gel de yerleştirelim seni!” dediler.

Otele ne kadar hızlı gittiğimi hatırlamıyorum. O gün bu gün Rüzgarlı’dan nefret ederim. Ha etmesem gerçi ne olur o ayrı.

“ODTÜ’ye gelip bir topluluğa girmeyen ottur!”

ODTÜ’deki ilk günler. Bir açılış konuşmasında kendine has kültür müdürümüz sert bir konuşmasında şunu söylüyor: “ODTÜ’ye gelip bir topluluğa girmeyen ottur!” Benden çok okuldaki ilk kız arkadaşım bu tabirden etkilenmiş olacak ki hayatının topluluğunu arıyor. Oradan oraya kelebek gibi zıplıyor. Topluluklardan birine beni de sürüklüyor: Kuş Gözlem. Ve benim hayatım değişiyor.

Bilgisayar yazılımcısı olacağıma kuş gözlemcisi oluyorum. Tüm Türkiye’yi yıllar boyunca geziyorum. Kuşları o kadar çok biliyorum ki artık mesleğim belli. 90’ların sonuna doğru daha okurken Doğal Hayatı Koruma Derneği’nde yarı zamanlı çalışmaya başlıyorum. Ve 90’lar bitiyor.

(Fotoğraf: Bahtiyar Kurt arşivi – Kuş gözlemi)

Diyeceksiniz ki bu yazı hep seni anlatmış, 90’lara dair ipucu vermemiş. Evet öyle. Çünkü ben başka bir şey görmedim ki!

22Şubat2012

(Fotoğraf: Bahtiyar Kurt arşivi – Hatay Belen’de yırtıcı kuş göçü gözleminde çocuklarla muhabbet)

Bahtiyar Kurt’un “Dünyadan Sesler!” blogu: http://bahtiyarkurt.wordpress.com/

Bahtiyar Kurt’un blogunda yayınladığı ODTÜ yıllarını anlatan yazısı: http://bahtiyarkurt.wordpress.com/2010/10/10/odtu-neden-farklidir/

Gençtim

 ODTÜ’de ilk günlerim

Anlamadan geçti gitti

Hazırlık sınıfından yumuşak bir geçişle

Geldim bölüme

 

İşte o dönem tanıştım dostum Emre Can ile

Yıllardır süren bir dostluğun başlangıcı

Tüm okul yıllarım sığdı bu döneme

 

Yüzüncüyıldaki evimiz

Dostlar

Yurtlar

Kardeşler

Aşklar

Hepsi birbirine girdi

Düğümlendi bazen

Bir halden bir hale girdim

 

En güzel yanı

Yalnızlığın kundağını saran dostluklardı

Ömür boyu sürecek dostluklar

 

Yıllar geçti

Mezun olduk hep birlikte

Yüksek lisans

Ve asistanlık derken

İçimde bir hayal kırıklığı büyüdü

ve küstüm bilime

Kapadım kapıyı çıktım gittim

 

Hayaller kurdum

Dünyanın bir ucundan öbür ucuna

Bir kampüste tıkılıp kalmamak için

Hayatı tanımak için

Attım adımlarımı dışarı

 

Gençtim ben

En kanı deli anlarımda

Yurdun en güzel üniversitesinde

En güzel insanlarla tanıştım

Ömrün en güzel zamanları

ODTÜ çimleri ve ormanında saklı kaldı

Bir avuç umut elimde

 

Ben gençtim

Müzikle, edebiyatla (öykü ve şiirle) tanıştım

İkisi de bir sevda yaktı içimde

 

Günler gecelere karıştı

Tatlı bir tebessümle

Hatırlayıp yad ettiğimiz anlar

 

Gençtim ben

Hey dünya

Sense kırık

Sen hala kırıksın

Ama ben genç değilim artık

 

Askerlik ile bitti gençliğim

“ham”lık günlerimin başlangıcı oldu

Keşan toprakları

Kendini değersiz hissetmek

Ne demekmiş anlayıp

“ham” olduğunu kavraman gerekmiş.

 

Bir zamanlar gençtim hey dünya

Gençtim.

 

26ekim2010 (geceyarısından sonra)